11 Ocak 2015 Pazar

Türk'ün manevi alt yapısının mihenk taşları


Yüzyıllar öncesinden Türkçeyi koruyarak günümüze kadar yaşatan, her dönemde her düzeydeki Türk insanına hitap edebilmiş olan büyük mutasavvıf ve dil ustası Yunus Emre, Türk dili ve kültürünün mihenk taşlarındandır. Onun şiirleri, tasavvufi şiir ve mutasavvıf şairi tanımamıza yardımcı olan dil, edebiyat ve kültür ürünleridir. Yunus’un şiirleri Anadolu’da ve Anadolu dışındaki Türk topluluklarında
beğenilerek okunmuş ve örnek alınmıştır. Zira Yunus’un Türkçesindeki saflık, söyleyişindeki samimiyet ve düşüncesindeki derinlik, Türk topluluklarının ruhuyla adeta bir akort tesis etmiştir. Yunus Emre, büyük bir şair ve büyük bir ahlakçıdır.

Hayatı boyunca bütün gücüyle Allah’a layık bir kul olmaya çalışmıştır. Yunus şiirlerinde konuları işlerken kurtuluşun Allah’ı sevmekte olduğunu sık sık tekrarlamıştır. Evrenin sonunu düşünürken Allah’ın sonsuzluğunu da dile getirmeye çalışmıştır. Yunus Emre’nin onun hakkında değindiğim birkaç cümleye rağmen ne kadar büyük bir düşünür olduğunu anlamamak imkansızdır. Şiirlerinde doğunun derin felsefesini kendine has bir sentezle dile getirmiştir. Duygusu, sezgisi ve insancıl yapısıyla Yunus, bir kesimin değil bütün dünya insanını kucaklamıştır. Yunus kendisin de bütün insanlığı ve bütün insanlıkta kendisini bulmuştur…

TÜRKLERE İSLAM’IN KAPISINI AÇAN PİRLERİN PİRİ: HOCA AHMED YESEVİ

Büyük Selçuklu Devleti’nin son haşmetli dönemlerinde yaşayan; ‘‘Pir-i Türkistan’’, ‘‘Hazreti Sultan’’, ‘‘Evliyalar Serveri’’ gibi unvanlarla anılan, Anadolu’nun manevi fatihi Ahmed Yesevi, Müslüman-Türk tarih, kültür ve medeniyetinde etkileri günümüze kadar ulaşan önemli mutasavvıf, şair ve fikir erenidir. Anadolu’da ve Türkler arasında İslamiyet ile Türk dilinin var olması ve yayılmasında büyük bir fonksiyon üstlenmiştir.

Bir rivayete göre; Cebrail cennetten bir tabak hurma getirir. Ashab-ı kiram’dan orada bulunanlar birer hurma alırlar. Ancak bir hurma yere düşer ve bunu göre Cebrail, düşen hurmanın Hz. Peygamber’in ümmetinden ‘‘Ahmed’’ isimli birisinin kısmeti olduğunu ifade eder. Hz. Peygamber sahibine teslim etmek üzere bir sahabeye bu hurmayı emanet etmek ister. Sahabe arasından Arslan Baba, bu görevi yerine getirmeye talip olur. Arslan Baba yüzyıllarca Ahmed’i arar ve kendisine verilen bir işaret gereğince Kazakistan’ın Yesi bölgesine gelir. Ahmed’i arar ve bulur. Arslan Baba daha hurmadan bahsetmeden Ahmed Yesevi emaneti kendisine vermesini ister. Bunun üzerine Arslan Baba, Ahmed Yesevi’ye ilk eğitimini vermeye başlar. Akabinde manevi alt yapısını iyice sağlamlaştıran Yesevi, Buhara’ya gidip Şeyh Yusuf Hemedani’ye bağlanır. Yesevi, Şeyhin dört halifesinden üçüncüsü olmuş ve ilk iki halifeden sonra şeyhinin yerine geçmiştir. Hamedani’den aldığı bir işaretle buradaki irşad makamını Şeyh Adülhalik Gücduvani’ye bırakarak Yesi’ye dönen Yesevi, büyük bir etki alanına ulaşacak olan Yesevi Ocağı’nı kurmuştur. Yesevi öğretisini hocası Arslan Baba’dan aldığı ‘‘ehl-i beyt’’ sevgisi ve bu doğrultudaki tasavvuf anlayışı üzerine kurmuştur. Bu tüm Avrasya’yı etkisi altına alacak olan ilk büyük ‘‘Türk Tarikatı’’ idi.

‘‘Horasan Okulu’’ olarak da adlandırılan tasavvuf akımının en önemli temsilcisi olan Ahmed Yesevi’den adını alan Yesevili yolu, İslam inancı ile Türk geleneklerini, inanç ve yaşam tarzlarını bir sentez haline getirmiştir. İlk Türk mutasavvıfı olan Hoca Ahmed Yesevi, ‘‘Divan-ı Hikmet’’ adlı eserinde Türklere İslam’ın ve dervişliğin yollarını, İslamiyet’i ‘‘Türkçe’’ olarak öğretmeyi amaçlamıştır. Ahmed Yesevi’nin takipçileri Anadolu’ya gelerek görüşlerini burada da yaymaya devam ettiler. Yesevi öğretisinin bu denli etkili olmasının temel etkenlerinden biri; Ahmed Yesevi’nin düşüncelerini anlatmak için, o dönemde gelenek olduğu üzere Arapça ve Farsçayı değil, Türkçeyi seçmesidir.

İslam’ın değerlerini Türk kültürünün değerleri ile kaynaştıran Yesevi öğretisi, özellikle bozkırlarda yaşayan Türk boylarının İslamiyet’i benimsemesini kolaylaştırmıştır. İslam’ın tanımalarına ve benimsemelerine karşın, var olan değerlerinden kopmayan bu topluluklar için, kentli din bilginlerinin sunduğu kuralcı İslamiyet’ten çok, dervişlerin sunduğu, dine esnek yaklaşan ve eski inançları yadsımayan, bir İslam anlayışı daha yakın gelmiştir. Görülüyor ki Yesevi’nin temsil ettiği İslam, var olan geleneklerin tamamen terk edilmesini şart koşmuyordu. Bu yüzden bugün yalnızca Kazakistan’da değil, eski Türkistan toprakları üzerinde yaşayan Türk topluluklarının çoğunda şaman gelenekleri İslamiyet içinde varlığını sürdürür. Üstelik bu uygulamalar, Ahmed Yesevi’nin izinden gidenlerce Anadolu’ya ve Balkanlar’a da taşınmıştır.

Fikir ve Tesirleri

Ahmed Yesevi, etrafında toplanan insanlara İslam dininin temel prensiplerini; kendisinin esaslarını belirlediği ve şeirat-sünnet, tasavvuf ve Horasan Melamiliği olmak üzere başlıca üç temele dayanan Yeseviliğin adap ve erkanını sadece bir dil ve Türkçe ile ‘‘hikmet’’ adı verilen hece ölçüsündeki manzumelerle duyurmuştur. Tabi doksan dokuz bin halifesinin de bu duyurudaki etkisi yadsınamaz.

Üstte de belirttiğim gibi Ahmed Yesevi’nin Türk yurtlarında benzeri görülmeyen kalıcı bir tesir bırakmasında, hikmetlerinin yanı sıra Türk dünyasının tamamına hitap eden müritlerinin büyük rolü olmuştur. Hatta bu şekilde bütün bu bölgelerde ortak bir inanç ve ruh iklimi oluşturmuştur. Öyle ki, Anadolu’da yüzlerce yıldan beri yüzlerce yıldan beri yaşayan, Türk olmakla birlikte Müslüman olmayan Kıpçak ve Oğuz Türkleri, Yesevi dervişleri sayesinde Müslüman olmuşlardır.

Ahmed Yesevi, bir mürşit ve ahlakçı sıfatıyla da, yukarıda ifade edildiği gibi, etrafında toplanan insanlara İslam dininin esas ve hükümlerinin yanı sıra, tasavvufun inceliklerini, tarikatın adap ve erkanını öğretmiş; bu şekilde çevresindeki insanları Hz. Peygamber’e yakışı bir ümmet olarak yetiştirmeyi amaç edinmişti. Ona göre Hz. Peygamber’e layık bir ümmet olabilmek için de Allah’ın kitabına ve Hz. Peygamber’in sünnetine uymak ve bağlanmak gerekmektedir. Çünkü şeriat ile tarikat birbirinden ayrı şeyler değildir. İmanın postu şeriat, özü ise tarikattır ve insan hakikati kendi başına bulamaz. Bunun için bir pire bağlanmak gerekir. Pirin rızasını almak, Hakk’ın rızasını kazanmak demektir. Aynı şekilde dünyanın geçici olduğunu bilerek onun için üzülmemek; dünyadaki ikbale güvenmemek; insanlara karşı her türlü haksızlıktan kaçınmak ve hatta ölmeden önce ölmek gerekir. Aynen Ahmed Yesevi’den sonra gelip aynı öğütleri verecek olan Yunus’un dediği gibi…

Tam anlamıyla bir sufi şair olarak tanımlanabilecek Ahmed Yesevi, kendinden sonra gelen Mevlana ve Yunus gibi insanlık dünyasına geniş bir perspektiften bakmaktadır. Hatta bu noktada onlara etki etmiş olmakla nitelendirilmelidir. Nitekim ona göre kemale ermek için inanmayanlar dahil hiçbir insanı incitmemek gerekir. Bu sebepledir ki insanoğlunun hem beşeri hem de manevi tarafına hitap ederek, onları düşünmeye ve kendilerinin farkına varmaya çağırmıştır. Şekilde milli, özde İslami kimliği ile ortaya çıkan Ahmed Yesevi, bu düşünce ve faaliyetleriyle, döneminin tarih ve coğrafyası içinde kendilerinin ne olduklarının farkında olmayan şaşkın ve sıkıntı içindeki halk kitlesinin yol göstericisi ve önderi olma özelliğini kazanmıştır.

Ahmed Yesevi’nin Bektaşilik yoluyla Yunus Emre üzerinde de etkili olduğunu belirtmek gerekir. Zira Anadolu’da gelişen tasavvufi hareketin önemli şahsiyetlerinden Yunus Emre’nin şeyhi Tapduk Emre’nin, Bektaşi geleneğinde önemli bir yere sahip olduğu bilinmektedir. Ayrıca Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli ve Yunus Emre’deki ‘‘dört kapı-kırk makam’’ ve hikmetler ile Yunus Emre’nin şiirleri arasındaki benzerlik bu etkinin kanıtıdır. Ancak bu bazı araştırmacıların belirttiği gibi tamamen bire bir benzerlikten ziyade sadece tabii bir etkidir…

YUNUS EMRE ÜZERİNDE AHMED YESEVİ ETKİSİ

Fuad Köprülü’den başlayarak bu konuyu irdelemekte fayda var. Köprülü: “ Divan-ı Hikmet derin ve şairane bir tasavvuf eseri olmaktan çok, dini ve ahlaki va’z ve hikayelerden, tarikat usulüne ve süluk adabına dair ta’limi manzumelerden mürekkep basit bir eser, Ahmed Yesevi de tasavvuf fikriyle dolu, fakat buna rağmen hakiki bir şairlik kabiliyetinden, yani lirizmden mahrum kuru bir ahlakçıdır” demektedir (KÖPRÜLÜ, 1966: 132-133). Abdulbaki Gölpınarlı da Yunus üzerinde Ahmed Yesevi etkisini araştırmış, böyle bir etkinin söz konusu olmadığını ileri sürmüştür (GÖLPINARLI, 1961: 106 – 112).

İki mutasavvıfın ölüm yılları arasında yaklaşık iki yüzyıllık zaman aralığı bulunmaktadır. Yesevi’nin hikmetleri, eldeki verilere göre, ölümünden dört yüzyıl sonra yazıya geçirilmiştir. Yunus Divanı’nın, şairin ölümünden yaklaşık bir yüzyıl sonra yazıya geçirilmiş nüshası bulunmasına rağmen esere başka Yunusların şiirlerinin karışmış olması, bize bu iki mutasavvıf şair arasındaki ortak noktayı göstermektedir: Kendilerinden sonra onların yolunda yürüyenlerin şiirleri öncekilerin şiirleriyle karışmıştır. Yunus Divanı’na sonradan girmiş şiirler, kesin olmamakla birlikte, bir ölçüde ayıklanabilmiştir. Ahmed Yesevi’nin Divan-ı Hikmet’i için böyle bir işlem mümkün değildir. İşte bu yüzden Yunus üzerinde kesin bir Yesevi etkisinden söz edebilmek için Divan-ı Hikmet’in de, hiç değilse Yunus Divanı kadar sağlam bir nüshasının elde bulunması gerekir.

AHMED YESEVİ’DEN YUNUS EMRE’YE; MÜŞTEREK İNANÇ İZLERİ

Türklerin İslamiyet’i kabullerinden sonra, Türk toplulukları arasında yaygınlaşan tasavvuf cereyanı halk tarafından büyük rağbet görmüş, kitlelerin Müslüman olmasını da sağlamıştır. Çünkü, Türklerin kurduğu tarikatlarda geniş bir hoşgörü hakimdi. Bu hoşgörü, insandaki temiz cevheri su yüzüne çıkaracak niteliktedir; zira ilhamını Kur’an’dan almış, kitlelere tesirli bir şekilde aktarılabilmiştir.

Hoca Ahmed Yesevi’nin Türk tasavvuf akımı öncülerinin en büyüklerinden olduğu bilinmekte, ‘hikmet’ türünün yaygınlaşmasını onun edebi kabiliyetlerine verenler bulunmaktadır. Fakat Ahmed Yesevi sanat yapmak gayretinde bulunmamış, inancına dayanan samimiyeti ile halka tesir etmiş, Türk halkının zaten İslamiyet’e kabiliyetli yaradılışına uygun bir yol seçmiş, onları tarikatına ısındırmıştır.

Çok sonraları Anadolu’da yaygınlaşan Türk tarikatlarının da Ahmed Yesevi tarikatının üzerinde ısrarla durduğu hususları ön plana alma sebebi, bunların Yesevi tarikatının çıkmış olmaları veya menşelerinin Ahmed Yesevi’nin tarikatı olması denilebilir; ama bu açıklama yanlış sayılmasa da yeterli değildir. Asıl sebep, Kur’an’a dayanan Türk mutasavvıfların, Türklerin mevcut iyi hasletlerine nüfuz edebilecek yolu seçmiş ve esasları bu çerçevede sıralamış olmalarıdır. Nitekim hangi tarikata mensup bulunduğunu kat’iyetle bilmediğimiz Yunus Emre’de de aynı esasların geniş yer tuttuğunu görmekteyiz. Bunlar kısaca;

1-İnsanın, dünyaya geliş gayesini düşünerek, sorumluluğunun bilincine varmasının lüzumu,

2-Hakk’ı tanımak, O’nun birliğine inanmak, sonuçta; insanoğlunu sevmek,

3-Hakk’a giden yolun gönülden geçtiğini bilmek, Kur’an yolunda gitmek,

4-Geçmişten ve halden ibret almak; dünyaya aldanmamak,

5-İyiliğe yönelmek ve yöneltmek, kötülükten kaçmak,

6-Nefisle mücadele etmek.

Türklerin Müslüman oluşu ve Anadolu’nun İslamlaşması sürecinde etkili olmuş en önemli şahsiyetlerden birisi Ahmed Yesevi’dir. Anadolu’da tasavvufi düşüncenin halk kitleleri tarafından sevilip benimsenmesinde ve Türk tekke ve tasavvuf edebiyatının gelişmesinde en büyük pay sahibi ise Yunus Emre’dir.(KÖPRÜLÜ, 1976:218)

Sözünü ettiğim bu büyük gönül sultanları, ülkemiz insanının manevi ve tarihi kimliğinin ilmek ilmek dokunmasında; kardeş, akraba ulus ve topluluklarda ortak paydaların oluşmasında son derece müessirdirler. Takdir edileceği üzere benim gibi birinin de bu iki büyük insanı bütün yönleriyle karşılaştırıp mukayese edebilmesi mümkün değildir ancak benimkisi deryadan bir katre mesabesinde olacak.

Ahmed Yesevi ve Yunus Emre’nin Fikirlerindeki Benzerlikler

1-Kur’an ve Sünnete Bağlılık Konusundaki Görüşleri
Yesevi, halka Kur’an ve sünnete dayalı sağlam bir şeriat bilgisini vermeye çalışmış, sünnet çizgisinde bir dini anlayış talim etmiştir. Yunus da herkesi Kur’an ve sünnete uymaya, şer’i esaslara bağlanmaya çağırır.


2-Tarikat-Şeriat İrtibatı
Yesevi, daha önce bazı tarik çevrelerinde görülen garip ve sapık fikirleri özellikle eski İran ve Hint düşünce sisteminden gelmiş ya da gelmesi muhtemel düşünceleri İslam şeriatıyla tartmayı ve şeriata uymayanları reddetmeyi prensip edinmiştir.
Yunus’a göre ise şeriat gemisine binmeden hakikat denizinde yüzülmez: “Hakikat bir denizdir, şeriat anın gemisi” diyen Yunus (TATÇI, 2005: 58), hakikatin tarikatsız, tarikatın şeriatsız, şeriatın da ibadetsiz olmayacağına inanır. Genellikle birbirinden ayrı gibi değerlendirilen muhabbet ve ibadet kavramlarının birbirine bağlı olduğunu söyler. Çünkü ibadetsiz muhabbet, oldurucu; muhabbetsiz ibadet de erdirici olamaz.

3-Tasavvuf ve Tarikat Hakkındaki Düşünceleri
Yesevi, kulu ahlak ve tasavvufi kemale erdirmek için gerekli olan riyazat yolunu tuttuğunu söyler. Çünkü riyazat ve mücahede, ahlaki kemale ermede ibadet ve taat gibi son derece etkilidir. Tasavvuf yolunun temel esası bir pirin eteğini tutup onun rehberliğinde yürümektir. Mürşitsiz bu vadiden geçilmez.
Yunus’a göre de ahlaki yükseliş maneviyat yolundan geçer. Manevi bir yola girmeden terakki imkansız denecek kadar zordur. Maneviyat, mürşitsiz geçilmeyen bir vadidir. Yunus bu yolun bir mürşidin irşadı olmadan gerçekleşmeyeceğini: “Bir kamil mürşide varmayınca olmaz” nakaratlı ilahisi ile anlatmaktadır.(TATÇI, 2005: 58)

4-Nefse Yenilmemek ve İlacı ‘Aşk’
Yesevi genel kabule uyarak Hakk’ı tanımanın yolunun kendini tanımaktan geçtiğini; nefs engelini aşarak Hakk’a ulaşmanın mümkün olduğunu söyler.

Yunus’a göre de nefsi bilmek ve kendini tanımak, Hakk’a varmanın ön şartıdır. Nitekim: “Kendini tanıyan Rabbını da tanır” buyrulmuştur. İlimden, irfandan, tasavvuftan maksat hep kendini tanımak, Hakk’a yol bulmaktır. Tasavvufta nefs, Allah yolunda en büyük engeldir. Onu aşmadan Hakk’a ulaşmak mümkün değildir. Nefsin insana kurduğu en büyük tuzak da tul-i emeldir.

Ahmed Yesevi tasavvufi edebiyatın şuttar; aşk ve cezbe mektebinin mensubudur. Onun anlayışında zühd ve riyazatın belli bir yeri olmakla beraber aşkın yeri çok daha öndedir. Ahmed Yesevi’nin yaptığı en önemli hizmetlerden biri de Orta Asya’nın hareketli, ele avuca sığmayan sert ve hırçın tabiatlı insanına İslam’ın sevgi, tasavvufun aşk anlayışını başarıyla anlatabilmesidir. Yesevi’ye göre aşk ilahi bir lütuf olmakla birlikte kişinin içini aydınlatan ve arındıran bir özelliğe sahiptir.

Yunus’a göre aşk, nefse hakim olmanın ilacıdır. Adem’in karanlığını giderecek, bizi hüsn-i mutlaka götürecek ancak odur. Aşk-ı mecazi, hakiki aşka eriştirilebildiği takdirde işe yarar. Bu yol çok uzun ve tehlikelidir. Fakat o makama eren, hiçlikten, şerden, çirkinlikten kurtulur. Mutasavvıflara göre Kur’an’da aşk kelimesi geçmese de: “İnananlar Allah’ı eşedd-i hubb/aşırı sevgi ile severler” (el-Bakara, 2/165)  ayetini buna delil sayarlar. Ayrıca Hz. Peygamber’in dilinden: “Kulum bana nafilelerle yaklaşmaya devam eder. Hatta ben onu severim onu sevince de gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum…”(Buhari, 38) hadis-i kutsisi de bunu teyit eder. Bu ayet ve hadise isnatla tasavvuf literatürüne giren aşk, zamanla çok önemli bir boyut kazandı. Kurtuluş vesilesi sayıldı, nitekim Yunus da öyle düşünmektedir. Yunus’a göre aşk, bütün vücudu sarıp gönül sevgiyle dolunca insan adeta bir sevgi çağlayanı olmaktadır. Yunus aşk ile vuslata erip Hakk’ı bulunca gözünde dünya ve masiva küçülmüş ve ağzından şu beyitler dökülmüştür:

Canlar canını buldum/

Bu canım yağma olsun

Ballar balını buldum/
                                               
 Kovanım yağma olsun. 
(TATÇI, 2005: 264-271/1-8)

5-Halka Hizmet Hakk’a Hizmettir Anlayışı
İslami telakkide Hakk sevgisinden sonra halka merhamet ve sevginin herkese ve her şeye şamil olması gerekmektedir. Nitekim Peygamber Efendimizin şefkat ve merhameti bütün varlıklar için olduğu gibi insanlık alemi için de cihanşümul bir vasfa sahipti. O, bir gün şöyle buyurdu: “Nefsim kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” Sahabiler dedi ki: “Ya Rasulallah! Hepimiz merhametliyiz.” Allah Rasulü şöyle buyurdu: “Benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhametiniz değil, bilakis bütün yaratılanlara şamil olan merhamettir.” Yesevi, bu temel esasa dayalı olarak halk sevgisini bütün yaratıklara teşmil ediyor ve insanlara şefkat nazarıyla bakmayı öğütlüyordu. Yesevi, yıkık gönüllü insanlara merhem, dertli insanlara derman olmayı halk sevgisinin gereği olarak görmekteydi. Yesevi, garip, düşkün, yetim herkesi arayıp sormayı ve onlara hizmet etmeyi hak rızasına uygun bir iş olarak görürdü.

Hakk ile vuslata eren Yunus ise her yaratıkta Hakk’ın eserini gördüğünden bütün varlıklara sevgi nazarıyla bakmaya başlar ve der ki:

Elif okuduk ötürü/

Pazar eyledik götürü

Yaradılanı severiz/
                               
 Yaradanından ötürü. 
 (TATÇI, 2005: 17)
Yaratıklar içinde hiç şüphesiz en çok sevgiye layık “eşref-i mahlukat” olan insandır. Çünkü o
 Hakk’ın halifesi, mükerrem ve ahsen-i takvim surette yaratılan bir varlıktır. Tasavvuf kitapları insanlığa hizmet menkıbeleriyle doludur. Ubeydullah Ahrar: “Biz bu yolda ne buldu isek hizmette bulduk, tasavvuf kitapları okuyarak değil” der. İnsan, insanlık hizmetinde bulunmalı çevresine daima hami ve hizmetkar olmalıdır.

6-Gönül Konusundaki Görüşleri
İnsanda ruh, gönül ya da kalb adı verilen Hakk’ın nefhası olan latif bir değer vardır ki o, Hakk’ın tecelligahı sayılır. Yesevi, sünnet üzere yaşayarak katı gönüllü olmaktan uzak durmak konusunda öğüt verir. Yunus gönlün değerini bilmemizi ister.
Yunus’un gözünde ve hakikatte gönül Kabe’den üstündür. Çünkü gönül Hakk’ın tecelligahıdır.

7-Türkçeyi Tasavvuf Dili Haline Getirmeleri
Yesevi, Türkçe şiirler söyleyen ve muhataplarına Türkçe konuşan bir mürşittir. Onun Türk alemindeki etkisi genellikle bu özelliğiyle yakından alakalıdır. Kendisinden önce Türk asıllı alim ve sufilerin hilafına o kendi dilini kullanmayı tercih etmiş ve bu dilin tasavvuf ve din dili olmasına ilk harcı koymuştur. Onun başlattığı bu hizmet gerek doğu Türkleri sayılan Orta Asya Türkleri arasında gerekse Batı Türkleri kabul edilen Azerbaycan ve Anadolu Türkleri arasında yeni bir cereyan gibi yerleşmiş, tutunmuş ve gelişmiştir. Yesevi’den sonra onun açtığı muhitte pek çok tasavvufî halk ve tekke edebiyatı şairi yetişti. Yunus’un yetişmesi dahi onun hazırladığı ortamda gerçekleşti. Yunus Batı Türkleri arasında Türkçeyi en güzel biçimde kullanarak halkı din ve tasavvufa ısındıran söz ustalarından birisi hatta birincisidir.

Sonuç Yerine

Ahmed Yesevi Türk tasavvuf ve edebiyatının ilk mihver şahsiyetidir. Türk dünyası tasavvufu ve tasavvufî edebiyatı onun şiirlerinde tanımış ve sevmiş, onun mürit ve halifeleri sayesinde bu alemle tanışmıştır.

Fikir ve duyguda Mevlana ve İbn Arabi izleri taşıyan Yunus ise, ifade ve üslupta Ahmed Yesevi yolundadır. Yunus’un ilahileri, Yesevi’nin hikmetleri gibi hece vezninde, sade bir söyleyiş ve sehl-i mümteni tarzındadır. Ancak lirizm ve coşkunluk açısından Yesevi’nin şiirlerinden daha zengindir. Bu iki sufi şair yer yer aynı düşünceleri kendi şiirleriyle terennüm ettikleri intibaı uyandırmaktadırlar.

Yesevi de Yunus da, sanat ve sanatkarlık endişesiyle hiç ilgilenmemişlerdir. Her ikisi de sırf, ruh dünyalarını ve ilhamlarını terennüm etmişlerdir. Onları buna teşvik eden amil, bütün mutasavvıflarda olduğu gibi gönüllerindeki vahdet coşkusu ve kalplerindeki irşat arzusudur. Özellikle Yunus’un sanatkarlığından habersiz olması, onu büyük sanatkar saymamıza mani değildir. Çünkü şiirlerinde Yesevi’den farklı olarak yüksek edebi bir heyecan ve sanat vardır.

Sonuç olarak denebilir ki; İslami Türk edebiyatının ilk ürünlerinde toplum düzeni ile ilgili ayetlere telmihler ekseriyettedir; tasavvufi metinler ise, insanın eğitimi üzerinde daha fazla durmuşlardır. Türk-İslam tasavvufunun fikir yönünün temsilcisi Hoca Ahmed Yesevi, sanat yönünün temsilcisi Yunus Emre olmuştur. Umarım Ahmed Yesevi’ye verilmeye çalışılan değer, Yunus Emre gibi büyük bir mutasavvıfa da verilir ve ‘‘en azından’’ önümüzdeki yıllardan biri ‘‘Yunus Emre yılı’’ olarak kutlanır. Çünkü Yunus Emre’yi anlayabilmek mutluluktur…

BÜYÜK BİR TÜRK KELAMCISI: İMAM MATURİDİ

Ebu Mansur Maturidi, Maturidiyye mezhebinin kurucusu, müfessir ve fakih. Doğup büyüdüğü bölgelerde Türkler oturuyordu. Kurduğu kelam ekolünün görüşleri de daha çok Türkler arasında yayılmıştı. Bazı kaynaklarda onun Arap asıllı olduğunu söylenmektedir ama bu yanlış bir bilgidir zira Ma­turidi’nin eserlerindeki dil ve üslup da bu eserlerin ana dili Arapça olmayan bir mü­ellifin kaleminden çıktığını kanıtlar nite­liktedir. Öte yandan eserlerin­deki birçok cümlenin kuruluşuna, bilhas­sa bazı fiillerin bağlaçlarına bakıldığında Arapça gramere aykırılığı yanında Türkçe gramere uygunluğu görülmektedir. Ge­rek dil ve üslûp özellikleri gerekse yaşa­dığı Semerkant ve çevresinin Türklerin çoğunlukta bulunduğu bir bölge olması göz önüne alındığında Maturidi’nin Türk asıllı olduğunu söylemek gerekir.

Çağdaş araştırmalarda Maturidi’nin tefsir, kelam, fıkıh ve usulü, mezhepler tarihi alanlarında önemli mevkiine rağ­men gerek mezhepler tarihine dair eser­lerde gerekse bibliyografik kaynaklarda ihmal edildiği belirtilmekte ve sonraki dö­nemlere çok az eseri intikal eden Eş’ari’nin mezhebinin yayılmasına rağmen Maturidi’nin maruz kaldığı bu ihmalle ilgili çeşitli sebepler ileri sürülmektedir. Bun­lar arasında; Maturidi’nin hilafet merkezi Bağdat’tan uzakta yaşamış olması, siyasi iktidarla anlaşmazlık içinde bulunması sebebiyle Eş’ariler gibi devlet imkânlarından yararlanmamış ol­ması, Eş’ariliğin Şafiiler ve Malikiler gibi farklı kitleler tara­fından benimsenmesine rağmen Maturidiliğin sadece Hanefiler’e münhasır kal­ması, Hanefî çevrelerinin Maturidi’nin Ebu Hanife’nin otoritesini gölgelemesinden endişe etmeleri gibi bir dizi sebep kaydedilmektedir. Topaloğlu’na göre ise bu ihmalin temelinde muhaddislerle fakihlerin Maturidi’nin görüşlerini Mutezile’ye yakın kabul etmelerinin yat­ması kuvvetle muhtemeldir.

Maturidi, ilmi çevresiyle be­raber bulunduğu bölgede İslam düşünce­sinin belli bir istikrara kavuşmasında, İs­lam’ın ve Hanefiliğin Türkler arasında ya­yılmasında önemli görev yapmış ve bu et­kisi zaman içinde artarak devam etmiş­tir. Maturidi inanç meselelerinde daima ölçülü davranmış ve Sünnet Ehli’nin fikirlerini benimsemiştir.

Fikirleri

1-Epistemoloji Kavramı

Maturidi, dinin gereklili­ği konusunda ilke olarak iki bilgi kayna­ğından yararlanmanın kaçınılmaz olduğu­nu söyler. Bunlardan biri akıl, diğeri de nakildir. Ona göre toplumların farklı din anlayışlarına sahip bulunduğu, bunun yanında her bir grubun kendi anlayışının isabetli, diğerlerinin hatalı olduğu yolun­da bir kanaat taşıdığı ve bu kanaatin ata­larından kendilerine intikal ettiği hususu inkâr edilemeyecek sosyolojik bir gerçek­tir. Aslında bir anlamda nakli oluşturan toplumsal kabul, tarih boyunca hem yö­neticilerin hem nübüvvet iddiasında bu­lunanların hem de meslek ve zanaat sa­hiplerinin önem verdiği bir şeydir. Akıl, kendisinin de bir parçasını teşkil ettiği ev­renin sadece yok olmak için vücut bulmadığına, hikmet çerçevesinde beka hedefi gözetilerek inşa edildiğine hükme­der.

Maturidi, epistemolojiyi ilgi­lendiren çeşitli konulan tartışırken duyu­ların algısına olan güvenine sık sık vurgu yapar. Maturidi, aklı duyu ve haber yoluyla elde edilen bilgilerin anla­şılması, yorumlanması, problemlerinin çözülmesi ve değerlendirilmesi için vaz­geçilmez bir araç kabul etmiş, onu insan olmanın, mükellef tutulmanın ve gerçe­ğe ulaşmanın temel şartı olarak görmüş­tür.

2-Nübüvvet Görüşü

Maturidi’nin nübüvvet konusuna önem verme yolunda açtığı çığır sonraki müel­lifler tarafından devam ettirilmiştir. Maturidi, eserlerinden de anlaşılıyor ki ‘‘nübüvvet’’ kavramına çok önem vermiştir.Maturidi, sistemlerin­de günahların şefaat yoluyla bağışlanma­sına yer vermeyenMu’tezile gruplarını eleştirir, bu arada nakli ve akli yollarla şefaatin hak olduğunu ispata ça­lışır.

3-İslam ve İman

Maturidi’nin kelami görüşlerin incelenmesinden, onun en azından Sünni kelamının kurucusu ol­duğu sonucu ortaya çıkmaktadır. İnsan için bilgi edinme yollarını sistemli bir şekilde ilkin ortaya koyan alim Maturidi’dir.
Fıkıhta Hanefi mezhebine bağlı olan Maturidi bu eko­lün görüşlerini savunur ve eserlerinde Ebu Hanife’ye olan saygısını dile getirir. An­cak bu, bazılarının zannettiği gibi Maturidi’nin Hanefiliğin,

Maturidi’nin kendi yaşadığı bölgede bir tem­silcisi olduğu manasına gelmez. Ancak Maturidi’nin inanç konularına yaklaşım şekli açısından, ayrıca kısmi bir muhteva bakımından Ebu Hanife’den istifade et­tiği bilinen bir husustur.

Maturidi, Allah’ı akıl ile tanımanın vacip olduğunu beyan etmiştir. Allah, doğru yolu gösteren bu imamdan, hocamızdan razı olsun!

HOŞGÖRÜ VE İMAM MATURİDİ

Giriş
Türklerin İslam’la olan karşılaşmaları ve ilerleyen dönemde İslam’ı benimsemelerinde eski din anlayışlarının etkin olduğu, hatta İslam’ı benimseyen Türklerin geçmişten gelen milli kimliklerini koruyabildikleri kabul edilmektedir. Türkler, İslamlaşma süreçlerinde büyük ölçüde kendi anlayışlarına uygun düşen Hanefi, Hanefi/Maturidi din anlayışını benimsemişlerdir. Özellikle Hanefi/Maturidiliğin Türklerin dışındaki milletlerde çok fazla yayılma imkânı bulamayışı, kimi zaman Maturidiliğin Türklere has bir mezhep olarak görülmesine yol açmıştır.(YÖRÜKAN, 2001:232)

Adalet ve Hoşgörü Anlayışı
İmam Maturidi’de hoşgörü bağlamında ele alınması gereken en önemli konulardan biri ise insanlara rahmet, adalet, hoşgörülü ve merhametli davranmayla ilgili tavrıdır. O, Fatiha suresinin özelliklerinden bahsederken, Cenâb-ı Hakk’ın Allah ve Rahman adlarını bu sure ile kendine has kıldığını ve Rahman adının tecellisi olan rahmetiyle inananların kurtuluş ve mutluluğu eriştiğini, tehlikelerden korunduğunu belirttikten sonra “Cenab-ı Hakk’ın engin rahmetinin bir tecellisi de yaratıkların birbirlerine gösterdikleri şefkat ve merhameti yaratmış olması şeklindedir” diyerek yeryüzündeki canlıların arasındaki sevgi, şefkat ve merhameti Allah’ın Rahman adının bir tecellisi olarak görmektedir.Yunus’un dilinde “Yaradılanı hoş görürüz, yaradandan ötürü” dizesinin adeta metafizik arka planını göstermektedir.

İnsanlara gösterilen merhametin en açık tezahürü adaletli davranmaktır. Maturidi adaletle ilgili ayetlerde, tavrını çok açık ortaya koyar: Maturidi, Maide 8. ayete işaretle “Ayet, düşmanlık mekânında bile adaletin terkini helal görmüyor” diyerek, bırakın kendi topluluğunuzdan insanları, düşmanlarla bile ilişkilerde adalet ve doğruluğun vazgeçilmez prensipler olduğunu vurguluyor.

Maturidi, Allah’a nispet edilen rahmet ve adaleti yeryüzünde bütün insanlara yayarak onlar arasında yaratılış ve fıtrat açısından, cins açısından bir fark görmez. Bu durum çeşitli topluluklarda gördüğümüz üstün ırk, kendilerinin dışındakileri hor ve hakir görme, kast sistemi vb. tavır ve uygulamaların ötesinde insana insan olduğu için değer veren bir anlayışın tabii bir sonucudur.

Bu rahmet ve adalet anlayışıyla İmam Maturidi’nin insanlara yaratılışlarından dolayı hak ettikleri saygıyı gösterdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Nitekim o, kelamcı kişiliğine rağmen gerek gayr-i Müslim unsurlara karşı, gerekse Müslüman mezhep sahiplerine karşı saygılı bir üslup kullanmıştır. Eleştirdiği görüşleri suçlamak ve küçümsemek yerine, ilgili delil ve burhanları akli yorum ve muhakemelerle sıralayıp karşı görüşleri çürütmüş, hasımlarını ilzam ederken onları aşağılayıp hor görmekten öte hoşgörüsünü gösteren belirgin bir ilmi üsluba sahip olmuştur.(KOÇOĞLU, 2005:138)

MATURİDİ’NİN AKILCILIĞI

Maturidi, inanç konularını temellendirirken ve dini problemleri çözerken sık sık akla başvurur. Ona göre akıl, Allah’ın insanoğluna verdiği en yüce bir emanetidir.(TOPALOĞLU, 2006:II/23). Akıl tıpkı ayet ve hadisler gibi, dinde bir delildir ve doğru bilginin kaynağıdır. Peygamberler gönderilmemiş olsaydı dahi insanlar aklıyla Allah’ı bulmak zorundaydı. İnsan Allah’a inancını aklıyla delillendirmeli ve inancını savunabilmelidir. Ayrıca Allah, aklı,  yararlı ile zararlıyı belirlemede, iyi ile kötüyü ayırt etmede kullanılması gerekli bir vasıta olarak yaratmıştır.(TOPALOĞLU, 2002:172)

İmam Maturidi’nin dini bilgi üretme ve dini-toplumsal sorunları çözümlemedeki akılcı yöntem ve yaklaşımının oluşmasında; ilk sırada akla, tefekküre ve tedebbürevurgu yapan Kur’an ayetleri ve Hz. Muhammed’in uygulamaları; ikinci sırada tarihsel-toplumsal yapıyı ve değişim sürecinde toplumun maslahatını göz önünde bulundurarak   hukuki-siyasi sorunları çözümleyen Hz. Ömer’in yaklaşımı, üçüncü sırada ise daha sonraki dönemde  şeri hükümleri illetten ziyade maslaha dayandıran ve dini sorunların çözümlenmesinde akla büyük bir nüfuz alanı tanıyan Ebu Hanife’nin akılcı yöntemi etkili olmuştur.

Sonuç olarak;

İmam Maturidi’nin yaşadığı kültür çevresinin etkisinde bir din anlayışı geliştirmiştir. Kendisinin gündelik siyasetle uğraşmayışı Maturidi’nin bağımsız ve hür düşünmesini kolaylaştırmış ve akla ve dayalı sağlam bir din anlayışı oluşturmuştur. Bu din anlayışında yaratılanlarda Allah’ın rahmet sıfatının eserini görme ve Allah’ın herkese karşı adaletli davranma emri, İmam Maturidi’de bütün yaratılanları hoş görme, yaratılıştan dolayı kendilerine hak ettikleri değeri verme, her şeyi yerli yerine koyma şeklinde tezahür etmiştir.

Maturidi, aklı her zaman en ön planda tutmuştur. Maturidi’ye göre dinin kaynağı akıldır. Akılla vahiy asla çelişmez. Aklın mutlak doğru ve zorunlu gördüğünü, vahiy de doğru görür. İmkansız gördüğünü, vahiy de imkansız görür. Bu yüzden Kur’an’da akla ters düşen, akılla çelişen bir şey yoktur. Kur’an, bir mucizedir.


Kaynakça

Kitaplar
-İbn Kesir, Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsir, Çev.: Bedrettin Çetiner-Bekir Karlığı (1989), İstanbul: Çağrı Yayınları
-Rahman, Fazlur, İslam, Çev.: Mehmet Dağ-Mehmet Aydın (2004), 7.baskı, Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
-Rahman, Fazlur (2002), İslami Yenilenme Makaleler III, Ankara: Ankara Okulu Yayınları.
-Alper, Hülya (2008), İmam Matüridi’de Akıl-Vahiy İlişkisi, İstanbul: İz yayıncılık.
-Carullah Musa, Büyük Mevzularda Ufak Fikirler, Haz.: Musa Bilgiz (2001), Ankara: Kitabiyat Yayınları.
-Özen, Şükrü, İmam Maturidi ve Maturidilik, Haz: Sönmez Kutlu (2003), Ankara: Kitabiyat Yayınları.
-Köprülü, Fuad (1976), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara: DİB Yayınları.
-Eraslan, Kemal (1989), Ahmed Yesevi, İstanbul: DİA Yayınları.
-Eraslan, Kemal (1983), Divan-ı Hikmetten Seçmeler, Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
-Esin, Emel (1989), Ahmed Yesevi Külliyesi, İstanbul: DİA Yayınları.
-Algar, Hamid (1996), Hacegan, İstanbul: DİA Yayınları.
-Yılmaz, Necdet ve Şeker, Mehmet (1996), AhmedYesevi  Hayatı, Eserleri, Tesirler, İstanbul: Seha Neşriyat Yayınları.
-İsen, Mustafa ve Kurnaz, Cemil ve Tatçı, Mustafa (1998), Yesevilik Bilgisi, Ankara: Ahmed Yesevi Vakfı Yayınları.
-Tatçı, Mustafa (2005), Yunus Emre Külliyatı-Aşık Yunus Divanı, İstanbul: MEB Yayınları.
-Tarlan, Ali Nihad (1997), Necati Beg Divanı, 2.Baskı, İstanbul: MEB Yayınları.
-el-Matüridi, Te’vilatu’l-Kur’an, thk.: Bekir Topaloğlu ve dğr. (2006), İstanbul: Mizan Yayınevi.
-el-Matüridi, Kitabu’t-Tevhid Tercümesi, Çev.: Bekir Topaloğlu (2002), Ankara: TDV Yayınları.
-Ocak, Ahmet Yaşar (1992), Bektaşilik, İstanbul: DİA Yayınları.
Dergiler
-Ünver, Günay, Anadolu’nun Dini Tarihinde Çoğulculuk ve Hoşgörü, Erdem, Türklerde Hoşgörü Özel Sayısı, cilt.8, sayı.23, I, Ankara 1996, sayfa 193-194.
-Cunbur, Müjgan, Yunus Emre’nin Ahmet Yesevi’ye Bir Naziresi, Türk Halk Kültürü Araştırmaları Yunus Emre Özel Sayısı, 1991/1.
-Cunbur, Müjgan, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Ahmed Yesevi, Erdem, Hoca Ahmed Yesevi Özel Sayısı, cilt.7, sayı.21, Ankara 1995, sayfa 887-889.
-Tulum, Mehmet Mahur, Ahmed Yesevi’nin Divan-ı Hikmeti’ni Anlamak ve Yorumlamak, Türk Dünyası Araştırmaları, sayı.118, Şubat 1999.
-Yılmaz, Kaşif, Ahmed Yesevi’nin Şöhreti ve Tesiri, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı.3, Konya 1997.
-Korkmaz, Seyfullah, Ahmed Yesevi ve Hacı Bektaş Veli Aralarındaki Bağlar, Fikirleri, Tesirleri ve Türk İslam Edebiyatına Katkıları, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, sayı.11, 2001, sayfa 325-355.
-Yazıcı, Nesimi, Hoca Ahmed Yesevi Döneminde Türk-İslam Kültürünün Oluşumu ve Gelişimi, Diyanet İlmi Dergi, cilt.29, sayı.4, Ankara 1993, sayfa 3-5.
-Tosun, Necdet, Yeseviliğin İlk Dönemine Aid Bir Risale: Mir’atü’l-Kulub, İLAM Araştırma Dergisi, cilt.2, sayı.2, Temmuz-Aralık 1997, 41-85.
Bildiriler
-Aktan, Ali (1993), Künhü’l-Ahbar’a Göre Ahmed Yesevi ve Anadolu’daki Halifeleri, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu (26-29 Mayıs 1993). Kayseri.
-Konukçu, Enver (1993), Sayram ve Yeri, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu (26-29 Mayıs 1993). Kayseri.
-Ocak, Ahmet Yaşar (1993), Türk Dünyasında Ahmed-i Yesevi Kültürünün Yayılışı, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu (26-29 Mayıs 1993).
-Şeker, Mehmet (1993), Ahmed Yesevi’nin Hayatında Arslan Baba Meselesi, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu (26-29 Mayıs 1993).
-Türer, Osman (1993), Türk Dünyasında İslam’ın Yerleşmesi ve Muhafazasında Sufi Tarikatları ve Yesevi’nin Rolü, Milletlerarası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu (26-29 Mayıs 1993).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder