11 Ocak 2015 Pazar

Her Daim Tarih

Her Hâlükârda Tarih

Bu yazı sadece, tarih kavramını anlamak, onun hakkında konuşabilmek ve kursaktan doğma uydurmalarla köreltilen tarihe farklı bir sentez boyutu kazandırarak, tarihe bakış mantalitemizi sağlam metotlar üzerine kurmanın ibaresidir.

Bir milletin tarihi neden önemlidir? Bir milletin tarihi geleceğine nasıl yansır? Bir milletin
kütüphaneler dolusu tarihi yakılıp yıkılırsa o milletin gelecek nesli ne kadar sağlam fikirler üzerinde düşünebilir? Bir milletin tarihinin değiştirilmesi onun edebiyatına, fikriyatına, kültürüne, diline, yazısına, kardeşliğine, birlik ve beraberliğine, namusuna ve ifade özgürlüğüne nasıl yansır? En önemlisi ise bir milletinin tarihi üzerinde oynanan kirli oyunlar o milletin inancını ve davasını nasıl etkiler?

Bu soruların oluşması yaşadığımız şu zeminin eseri. Zor değil bir anlığına 100 yıl öncesini düşünmek bile bu soruların oluşması için yeterli olacak. Her milletin ve her kültürün bir bireyi, tarihini analiz etmesi vatanına karşı bir boyun borcudur ve gerçek tarihin nasıl anlatılması gerektiği gelecek nesil adına önemlidir. Niye peki?

“Tarihi kanla anlatmak yerine medeniyetle anlatmak gerekir. Mesela eskiden zıtlaşatığımız devletler şimdi müttefikimiz gelecek neslin bundan etkilenmemesi için hakiki tarihi kanla değilde medeniyetle anlatmak gerekmetedir. Mesela dersim isyanını nasıl anlatacağız? Doğrusunu anlatırsanız Atatürk’ün anlatımını ne yapacaksınız? İstiklal savaşını nasıl anlatıcaksınız? Karabekir perspektifinden mi formalik perspektifinden mi Atatürk’ün perspektifinden mi yoksa gerçek belgelere ulaşıp mı anlatacaksınız? Gerçek belgelerle anlatıldığı zaman Nutuk’daki anlatımı ne yapacaksınız? Bu çelişkiyi nasıl izah edeceksiniz? Mesela Erzurum Kongresinde alınan kararlar farklı Nutuk’a yansıması farklı. Biz İstiklal harbi düşüncelerimizi Atatürk gözünden tarihe indirgemişiz ve dediklerini tarih kabul etmişiz. Halbuki hiçbir tarihçi hatıratları tarih kabul etmez. Eğer belgeler doğruluyorsa sadece bir çeşidi olarak kabul edilir. Bir diğer açıdan Sultan 2.Abdülhamid Han’ı ve Sultan Vahdettini nasıl anlatacaksınız? Atatürk’ün ağzıyla hain denilmeye devam edilecekse doğru olmayacaktır. Vatansever denildiği zaman bu sefer Atatürk’ün ifadelerini ne yapacaksınız? Hakareti yasaklayıp “Koruma Kanunu” getiriliyor ama bizim savcılar hakimler Atatürkçülük perspektifinden eğitim aldıkları için alışıla gelmiş olmayan tüm ifadeleri hakaret kabul ediyorlar. Enver Paşa, Sarıkamış, Çerkez Ethem, Lozanı nasıl anlatacaksınız? İstiklal harbine girilen toprak büyüklüğümüz ile çıktıktan sonraki toprak büyüklüğünü nasıl ifade edeceksiniz? Bunu sadece tek bir bakış açısından değil tarihe doğruların geçirilme sürecinde yorum yapan kişilerin doğruları konuşmasıyla birlik duygusuyla hareket edilerek önüne geçilebilecek bir durum söz konusudur. Osmanlı’nın Kanuni döneminde 7 milyon kilometrekare toprak fethedildi ve bugün bir karışı bile bizde değil.Cumhuriyetin etkisini de anlatacaksınız Osmanlı’nın yanlışlıklarını da. Bir insanı yüceltelim tamamda artık kendimizide iftiraya boğmayalım. Ders kitaplarında tarihin putlaştırılması gelecek nesle hiçbir faydası olmayacaktır. Atatürk böyle diyor tamam o zaman biz hemen onu ders kitaplarına girelim. Ondan sonra işin içinde Atatürk var diye kimse işi değiştirmeye kalkışmadı.”

Vatan ve millet kavramı bireyi oluşturur. Bireyin ise tarih, kültür, edebiyat, inanç, bakış açısı gibi önemli terimleri anlayabilip uygulamasında yaşadığı toprak üzerinde her hâlükârda önemli bir etkisi vardır. İdeal bir gençlik belirli değerlerden bir yolla yoksullaştırılırsa ve gayenin ne olduğunu düşünmek bile bir gençliğin zoruna giderse ideal bir gençlikten nasıl söz edilebilir ?

Yukarıda ki sorular bir bakıma ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. Vatandan söz ediliyor ve gençlik deniliyor. Hatta bahsedilen ve umut edilen öyle bir gençlik ki onlar bastığımız şu toprağa sahip çıksın ve onlar hem yaratıcının kıymetini hem de kullarının kıymetini bilen bir gençlik olsun. Peki böyle bir gençlik basit olarak gördüğümüz tarih kavramından yoksun olarak hayatını devam eder ve yukarıdaki şu sorulardan olumsuzca etkilendiği takdirde geleceğine nasıl yön verebilecektir? Gerçekten tüm bu sorular düşünce sistemimizi bile köreltecek düzeydedir.

Genç kavramını düşünelim. O hiçbir şeyi bir yaşlı gibi ertelemez. Bir şeye karar vermişse, bir hususta inat edecek, hırs gösterecek ki bunlar gençlerin olmazsa olmaz karekterleri olsun. Bunu Allah rızasını kazanmakla onun muhabbetini elde etmekle ve nefsini tüm şu soruların oluşmasına etken olanlara karşı tarihsel süreci analiz ederek yapacaktır. Genç, sebebini bilse de bilmese de hiçbir işi ve oluşu anlamsız ve abes addetmeyendir. Genç, hikmetin peşine düşer, bulamasa da teslim olur. Hiç zamanını bomboş geçiren ve aklını perişan eden birine genç denilebir mi? Genç, güç ve kuvvet sahibidir. Bu güç ona nefsin hesabını kullanılsın diye değil, ikra’nın hürmeti üzerine verilmiş bir güçtür. Uygun biçimlenme gayreti ile her yerde araştırma halindedir. Alıcıları her yere açıktır. Kulakları iyi işitir, kelimeleri analiz eder, gözleri iyi görür, ağzını kendisini hakikate ulaştıracak sorular için açar, başkasına hakikati duyurmak için söz söyler. Genç hata yapar ve onu hayat tecrübesine ekler. Tecrübe yanlışlarını bile güzel hale getirendir. Aklını iyi işletir. Onlar için imkansız diye birşey yoktur. Daima umut edendir. Genç korksa ve gizlense bile yine de inandığı değerlerden vazgeçmeyen olarak tanımlanır.

“İrfanımızı maziye bağlayan köprüleri berhava ettik. Düşünce yok artık. Kinler de, sevgiler de bir takım işaretlerin emrinde. Aslında bugün içinde bulunduğumuz boşluk maziyi iyi tanımayışımızdan doğmaktadır. Bu itibarla bizden öncekilerin neler düşündüklerini, neler tavsiye ettiklerini bilmek, yazdıklarını yeni harflere çevirmek, okumak, okutmak, tartışmak zorundayız! Neden bu şekilde düşünüyorlardı, nerelerde hata yapmışlardı?

Çare? Zindanımızı yıkmak, mimarı ve işçisi cehaletimiz olan zindanı. Önce kendimizi tanımalıyız. Nasıl bir tarihin çocuklarıyız? Ne soran var ne bilen.”

Cemil Meriç’in bu cümleleri geçmişle bağı kopartılan bu aziz milletin serseri mayınlara basarak bir dönem yaşadığının ibaresidir. Tarihin önemini anlamak için bu mayınlar her zaman olacaktır. Bir yoldan da hala sürdürülmekte. Ardından ekleyip, bu zindanda oluşan cehaletin bireyin korku duvarını yıkarak kendisini ve mazisini tanımasının çare olduğunu dile getiriyor.

“Ben kimim? Kendini Türk irfanına adamış münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi.”

Cemil Meriç maziyi araştırmadan önce kendisine kim olduğunu sormakta. Bireyin kendine kim olduğunu sorması bu noktada tarihi nasıl sentezlediğini de ortaya çıkarıyor. Hepimizin içini bir noktada rahatız eden bu derin muhasebe, irfan sahiplerince birçok kez dile getirilmiş.Hikmetin, ilmin ve tekniğin tarih ile olan ilişkisi nasıl farklıysa benliğimizi anlamakta bir o kadar çeşitli.

“Tarihi, hikmet yönünden ele alan, onu, kafasındaki tezatsız ve her örgüsü tamam bir dünya görüşüne nispet eder. İlim gözüyle yuğuran, vakıaları sağlam bir (analiz) ve (sentez) halinde umumi kıymet hükümlerine bağlar. Teknik bakımından inceleyen de, sadece malzeme ve ham madde verir ve gerisi için tasa çekmez.

Bu üç faaliyet nevinin sahiplerinden birincisi, cemiyet hamurkârı büyük fikirci, ikincisi tarihi kendi içinde ve zamanının anlayışına göre muhasebe eden meslekî ilimci, üçüncüsü de bu rizikolu ve belâlı işlerden kaçınıp, yalnız dış şekil bakımından “doğru” ve “yanlış” ölçüsüyle hareket eden ve mansaptan evvel menbaı tutmaya bakan kuru müşahedeci…

Herbirinin ayrı ayrı hakları olan bu üç sınıf iş sahibinden ilki, dünya çapında tefsirci ressam, öbürü sınırlı görüş peşinde usta fırça sahibi, daha öbürü de düpedüz fotoğrafçı.

İlkinde hikmet kanatlı büyük ruh, öbüründe mevzuuyla kayıtlı mahallî idrak, daha öbüründe de dış hakikat kaygılı yavan akıl iş görür. Birinciye azametli hamle, ikinciye şerefli vazife, üçüncüye de tarafsız ihtiyat düşer; ve büyük sorumluluk, şüphesiz birinciden başlar.”

Müşâhede ruhunun bireyin perspektifini nasıl şekillendirdiğini ve aslolanın onun kim olduğunu Necip Fazıl Kısakürek’in bu cümlelerinden görmek mümkün. Ne var ki, Necip Fazıl, kendisini bu üç sınıftan hiçbirine bağlamaz. Dilediği halde olamayacağını itiraf ettiği birinci şıktadır gözü. Çünkü davaya benliğini anlayarak adım atar ve beyazın siyah, siyahında beyaz olarak gösterilen bir tarihi yeniden ayakları üzerine oturtmak için davanın gerektirdiği akışa büründürmekle vazifelidir.

Derin bir muhasebe sahibi bu tarihin, kriterleri nelerdir?

“Necip Fazıl, tuz ve şarap örneğini devreye sokar burada. Yüzyıllanmış bir şarap fıçısının içine atılan bir avuç tuzdur kendisi. Bunca çileler, ıstıraplar o bir avuç tuz olmak için çekilmiştir. Ama bu bile yetmiştir şarabın haramlığını almaya. Tuz, tarihin damarlarına karıştığında onun içindeki zararlı unsurları ayıklayıp temizleyecek ve aynı malzemeyi bu defa yararlı, kullanılabilir bir hale getirmiş olacaktır.”

Sağlam bir tarihin olması, gayenin izzetini anlamayı, birleşip düşünmeyi ve yaşadığımız şu çöplüğü temizlemeyi gerektiriyor. Sahte bir dünya kalpazanı olmak ise uydurma haberleri mevzuu haline getirmekten ibaret.

Said Nursi’nin dediği gibi :

“Zira hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en ednâ bir serçe kuşuna yetişmez. Fakat Hayat-ı mâneviye ve uhreviyesine lâzım olan ilim ve iftikar ile tazarru ve ibâdet cihetinde hayvanâtın sultanı ve kumandanı hükmündedir.

Demek ey nefsim! Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksad yapsan ve ona daim çalışsan, en edna bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesile ve mezraa etsen ve ona göre çalışsan; o vakit hayvanâtın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada Cenâb-ı Hakk’ın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri olursun.

İşte sana iki yol, istediğini intihap edilirsin. Hidâyet ve tevfikı Erhamürrâhimîn’den iste…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder